Koronavirüsü adeta devamlı makas değiştiren bir tren misali üzerimize gelmeye devam ediyor. Tecrübeler yetmiyor, rotayı kimse tam olarak bilmiyor. Belirsizliğin getirdiği bilinmezliğin oluşturduğu kaygı ile birlikte, bir de ve daha gerçeği; somut gerekçelere dayanan büyük kaygılar yaşıyor insanlar. Sağlığını, evini, işini kaybedenler, sırf temaslı olduğu için kapanmak mecburiyetinde kalanlar, işini kaybeden, geliri azalan, ailesinde yakınında ölüm kaybı yaşayanlar, virüsü her daim ensesinde hissedenler için hayat gittikçe zorlaşıyor. Bu süreçte, hayatın devamlılığını sağlamaya çalışmak ve bir yandan her şeyin şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde belirsiz olması ile başa çıkmaya çalışmak, çok ama çok büyük yük omuzlarda. Uzun soluklu kriz anında yaşama devam etmek kendi içinde bambaşka stresleri de beraberinde getiriyor. Bu doğadaki aslanın ceylanı kovaladığındaki strese, sınav stresine, trafik stresine, topluluk önünde konuşma stresine, boşanma stresine, taşınma stresine, aile içi huzursuzluk stresine ve özetle hiç bir alışık olduğumuz strese benzemiyor. Doğada kaçamazsan da stres biter, kaçarsan da biter. Buradaki aslan hep kovalıyor. Sınavdan geçersen de stres biter, kalırsan da stres biter. Sınav hiç bitmiyor.
Araştırmalar hastalığı geçirmiş kişilerin delirium (bilinçte bulanıklık), kaygı bozukluğu, depresyon veya travma sonrası stres bozukluğuyla karşılaşabileceğini öngörüyor. Oxford Üniversitesi tarafından yapılan geniş bir araştırmada; virüsü atlatan kişilerin yüzde yirmisi gibi yüksek bir oranının psikiyatrik bozukluklar ile karşı karşıya kalabileceği açıklanıyor.
Bir başka araştırma; pandemi sırasında gelirlerinde değişim yaşayanların yarısından fazlasının ruh sağlığının olumsuz biçimde etkilendiğini ortaya koyuyor. Psikologlar, koronavirüs krizinin benzeri görülmemiş olması sebebiyle daha büyük bir belirsizlik katmanına sahip olduğunu vurguluyor. Bu durumun özellikle, belirsizlikle veya kontrol edemeyecekleri durumlarla başa çıkmakta zorlanan insanlar için oldukça zorlayıcı bir durum olduğunu savunuyorlar.
Nasıl olunmasın ki? Birçok insan, gece yatağına yattığında bir gün o sayının içinde kendisinin de sayılabilme ihtimali ve korkusuyla yatıyor. Kendini korusa da, iradesi kendinde de olsa, sevdiklerinin, en yakınlarının o rakam hanesinde bir sayı olabilme korkusu ve düşüncesi ile yaşamaktan daha çok insana kendini değersiz hissettiren kaç durum yaşamıştır ki insan hayatı boyunca?
Her insan evladı dünyada biricik ve çok özel biri olmak ister. Değer görmek, değer katmak, bir şeylere katkı sağlamak ve tesir edebilmek ister. Yaşadığımız bu süreç, insanın o biricik varlığını siliyor ve onu kolaylıkla ikame edilebilir, gözden çıkarılabilir bir ‘şey’e dönüştürüyor. Yaşadığımız dünyada insan evladı farkında olmadan önemsiz bir varlık olmaya doğru serpiliyor. Her canlı ne kadar aynalanır ne kadar muhatap kabul edilirse o kadar iyi gelişiyor.
Öte yandan mekanize oluyoruz, aşırı internet kullanımı, duygusal zekâmızı olduğu kadar işlevsel zekâmızı da kurutuyor. Duygularımız donuyor tepkilerimiz anlamsızlaşıyor. Yaşadığımız bir travmadır hem de boyutunu belki de yıllar sonra anlayabileceğimiz büyük bir travma. İçinden geçtiğimiz durumun sadece sağlık boyutu ön saflarda olsa da ekonomik, eğitim, sosyal ve psikolojik boyutları içten içe kanıyor. Toplumsal travmalar güven duygusunu yerle bir eder. Halbuki güven, umudun kalkış noktasıdır.
Türkiye’de toplumun her bir kesimi “diğer” kesim tarafından mağdur edildiğini düşünüyor. Bu durumu konuşmak analiz etmek yerine veya birbirimizi anlamaya çalışarak iyileşmek yerine görmezden gelerek çaresizliğimizi daha da derin bir katmanla kaplıyoruz. Neden mi? Çünkü suçlamak daha kolay çünkü mağdur olmak daha masum hissettiriyor.
En büyük kusurumuz; “gerçek sadece ben de ve benim inandığım yakın kesimimde”, “diğerleri sahte, yalancı”, “ötekiler büyük gaflet içindeler” ve bunun gibi söylemlerle bir yanılsama içinde oluşumuz. Ötekinin yanlışlığına duyduğumuz inanç, kendi doğrumuza işaret etsin istiyoruz. Her kesim, kendi içinde bir duvar örüyor diğerine. Birçoğumuz modern görünümlü sabit fikirlileriz. Beyinlerimizin içinde bir çuval giydirilmiş gibi yaşıyoruz. Kendi düşünce sistemimizi diğerine dayatmak veya karşıdakini lanetlemek yerine onun dilinde o kadar hünerli olmalıyız ki; onunla bir konuşma başlatabilelim. Ancak, bu şekilde olan toplumlar ve organizasyonlar kendilerini ileriye taşıyabilir, krizleri yönetebilir. İçinde bulunduğumuz bu durumu daha da kaotik hale getiren ve anlamsızca gündem oluşturmaktan başka bir işe yaramayan hırçınlığı ve bilmişliği geride bırakmamız sadece ortak sorunumuzun çözümüne odaklanmamız gerekiyor. Taraf ve bertaraf olmayı değil; ortak akıl ile hareket etmeyi başarmalıyız. Yazarken ben de biliyorum ki bu hayal bile olamayacak kadar ütopik bir istek. İnsanım ben de işte! Belki olur diye umudumun yerlerde sürünmemesi için direniyorum. Umudumuzu kaybetmedik ama yorulduk. Bedenlerimiz eskiye göre daha çok dinleniyor olsa da benliklerimiz yorgun. Umudun sağ koludur güven. Ve ne yazık ki güven darmadağın olmuş, her yere saçılmıştır.
İlk yorum yapan olun