Mutlaka izlenilmesi gereken bir “minör” başyapıt olduğu için; sistemin suratına duyguyla bilenmiş kuvvetli bir emekçi tokadı akşettiği için sadece 1 sinemada 2 hafta gösterimde kalabildi. Artık, film platformlarında bulursanız kaçırmayın.
Bir önceki filmi Cannes ve Bafta en iyi film ödüllü başyapıtlarından “I, Daniel Blake”de İngiliz sosyal devlet sisteminin çöküşünü ve yozlaşmasını anlatmıştı büyük İngiliz usta. Şimdi de kapitalizmin yeni kandırmacası “Gig economy” (freelance/serbest çalışma) üzerine bir ailenin dramı üzerinden daimi senaristi Paul Laverty ile söyleyeceklerini didaktikliğe kaçmadan açıkça söylüyorlar.
Ken Loach, mizah unsurlarını da reddetmeden insana insanı anlatan duygusal ama sağlam politik filmlerin üstadıdır. 83 yaşında bile yarım asırdır anlattığı bu sömürü düzeninin yanlışlarını anlatmaya devam etmesi karşısında ayakta dakikalarca alkışlıyorum. Her filmi o kadar kuvvetli olmayabilir ama her filminin bakışı ve kalbi doğru yerde, doğru yöndedir.
Filmin gerçek kötü adamı kapitalizm olsa da, en çarpıcı cümleleri Loach/Laverty ikilisi aslında o da sistemin sadece bir çarkı olduğu halde antipatikliğin sembolü depo yöneticisine söyletmişler. Derinlere bakamayacaklar için, filmin kötü adamı o. Örneğin, günde 14 saatten 6 gün sözde kendi arabası ile kendi paket dağıtım (kargo) işi için çalışıyor görünümündeki babamıza hasta olduğu ve problemli ergen oğluyla ilgilenmek için 1 gün izin istediğinde hamasi bir nutuktan sonra şu reddedilmez yanıtı verir: “Bugüne kadar hangi müşteri senin iyi olman ile ilgilendi ki paketinin gelmesi yerine ?”
Bu sistemde kendi işinin sahibi gibi gözüken insanlar (filmimiz özelinde kargo dağıtım minibüsleri) aslında işlerinin kölesi oluyorlar ve tek bir hata yapmaya, tek bir gün kaçırmaya izinleri yok. Bu durumda sendikalı bir işçinin hakları bile olmuyor onlarda. Filmde bu, idrarını minibüsünün arkasında sakladığı bir şişeye yapan kahraman babamız ile açık bir şekilde veriliyor zaten.
Ailenin annesi de, o minibüsü almak için arabasını satmak zorunda kalıyor. Bu durum, yaşlılara saat üzerinden bakıcılık yapıp, günde birkaç hastayı ziyaret etmek zorunda kalan kadının da haftada 6 gün otobüsten otobüse sürüklenen 13-14 saatlik bir mesainin ardından evine dönmesine yol açıyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, 2 çocuklu ailemizin büyük çocuğu olan oğlan en beterinden bir saygısız, neredeyse vicdansız bir ergen. Hani bizim “oğlum sen askerde çok dayak yersin” dediğimiz tiplerin önde giden bir örneği.
Amerikan filmlerinin kolaycı, ergensel tarzına alışık genel izleyiciye çok hitap etmeyecek evrensel bir film var karşımızda. Konusu, yapısı gereği zaman zaman üzücü, depresif olabilse de, asla sıkıcı olmuyor film.
Çoğu Ken Loach filmi gibi (empatik bir insansanız) gözünüzde yaşlarla, yumruğunuz sıkılı olarak bitireceğiniz filmi artık sadece ileride sinema dışı mecralarda bulabilirsiniz. Çünkü orta-alt gelirli halkımız başka orta-alt gelirli halkları değil de, kendi alın terleriyle dolan yüzme havuzlarında yüzen zengin patronlarını izlemeyi sever beyazperde veya beyazcamda.
SinemaDem iyi seyirler diler.
İlk yorum yapan olun